Zamanla çayın sıcaklığı, sadece bedenimi değil, ruhumu da ısıtan bir ritüele dönüşmüştü. Her akşam, özenle hazırlanan o fincan; sakinliğin, huzurun ve günlük koşuşturmanın dışında kalan küçük bir mola gibiydi. Ancak zamanla fark ettim ki, o huzur dediğim şey, aslında hayatımdaki daha derin bir sessizliğin üzerini örten bir örtüymüş.
Bir gün, çayın artık aynı tadı vermediğini hissettim. O sıcaklık, zihnimin karanlık köşelerine uzanan bir lamba olmaktan çıkmış, yerini açıklayamadığım bir huzursuzluğa bırakmıştı. Ev, sanki her yudumda biraz daha büyüyen bir sırla dolmaya başlamıştı. Eşimle aramda görünmeyen bir mesafe oluşmuştu ve dışarıdaki insanların gülümsemeleri bile içimde bir şeylerin ters gittiğine dair sessiz bir alarm gibiydi.
Yıllar boyunca, o çay saatlerinin beni hayatta tuttuğuna inanmıştım. Oysa gerçekte, o saatler beni gerçeklerden uzak tutuyormuş. Eşimin sevgisiyle harmanlanmış gibi görünen o küçük seremoniler, aslında bana sunulan bir illüzyondan ibaretmiş.
Peki ya eşim? Gerçekten kimdi? Bana güven mi sunuyordu, yoksa kendi taşıdığı karanlık sırları sessizlikle mi saklıyordu? Artık çayın sıcaklığı, içimi ısıtmak yerine geçmişte bıraktığım ama yüzleşemediğim duygularımı uyandırıyordu.
Bugün geldiğim noktada, her akşam yeniden başlayan çay döngüsünün aslında beni olduğum yere çivilediğini fark ettim. Şimdi, o sıcak fincanın yerinde soğuk bir gerçek var. Huzuru dışarda değil, içimde aramam gerektiğini anladım.
Ve biliyorum ki bu yolculukta yalnız değilim. Belki de birçok kişi, sessizliğin ardında benzer sırlarla yaşıyor. Çayın içindeki huzuru ararken, aslında kendi içimize bakmayı unutuyoruz.