Yatak odasının kapısını açtım ve öylece donakaldım. Kocam, kızımın en yakın arkadaşıyla birlikte yataktaydı. Ama beni asıl yıkan şey ihanetin kendisi değildi—onun sakin gülümsemesiydi. Çığlık atmadım. Sadece kapıyı kapattım. Ve ertesi sabah, sessizliğin nelere kadir olabileceğini öğrendiler.
Anahtar dönerken çıkan o metalik ses hâlâ kulağımda—kırılan bir camın tiz yankısı gibi. Hayatım o an ikiye bölündü: öncesi ve sonrası. Pirinç tokmağın soğukluğu elimin içinde yanıyordu. Kapıyı iterken menteşeler gıcırdamadı; fısıldadı. Evin kendisi, beni uyarıyor gibiydi: “Geri dön. Aşağı in. Sahip olduğunu sandığın hayatı bir kez daha kutsal bir cahillikle yaşa.”
Ama dönmedim.
Kapı ardına kadar açıldı. İlk önce hava çarptı yüzüme—yoğun, çiçeksi ve genç bir şeyle karışmış Santal 33 kolonyasının kokusu. Madison’ın kokusu. Üç hafta önce Pazar kahvaltısında sıktığında iltifat etmiştim o kokuya. “Ne güzel bir parfüm,” demiştim, gülümseyerek. Kızım da yanındaydı, gülümsüyordu. Hepimizin bu kadar iyi anlaşmasına sevinmiştim…
Öğleden sonra güneşi pencereye eğik vuruyor, odayı bal renginde bir yalana boyuyordu. Toz parçacıkları ışığın içinde yavaşça dans ediyordu. Bir an için, aklımın en absürt köşesinden, “Ne kadar güzel,” diye düşündüm.
Sonra onları gördüm.
Logan. Kocam. Kırk altı yaşında. Şakakları yıllar önce birlikte çıktığımız bir akşam yemeğinde ona âşık olmama neden olan şekilde ağarmıştı. Sırtı bana dönüktü; yıllarca iş stresini çözmek için masaj yaptığım omuzlar, geceleri karanlıkta tanıdığım deri.
Ve o.
Madison. Yirmi dört yaşında. Kızımın üniversiteden beri en yakın arkadaşı. Yılbaşılarını bizimle geçiren, kötü ayrılıklarda benim hazırladığım çayla kanepemde ağlayan kız. Bana “ikinci annem” dediğinde içimi kabartan o kız.
Bizim yatağımızdaydılar. Mısır pamuğundan, 800 iplikli, yıldönümümüzde hediye ettiğim çarşaflar etraflarında bükülmüş, suç ortağı gibi.
Zaman bir şey yaptı. Gerildi, sıkıştı. Nefes almak bile zordu. Beynim gördüğünü kabul edilebilir, mantıklı bir şeye dönüştürmeye çalışıyordu. Yanlış bir an. Belki bir yanlış anlaşılma. Belki…
Ama Madison başını çevirdi. Doğrudan bana baktı. Odanın öbür ucundan gözlerimiz buluştu—evliliğimin, anneliğimin, hayatımın enkazının üzerinden. Ve gülümsedi.
Ne bir irkilme ne de utanma. Ne dehşet ne de panik. Sadece yavaş, temkinli, dudaklarının kenarında duman gibi kıvrılan bir gülümseme. Gözleri—güvendiğim, sevdiğim, kızımın en yakın arkadaşının gözleri—gözlerimi tuttu. Soğuk. Kasıtlı. Kesin.
Kazandım, diyordu.
Aşırı travma anlarında zamanın nasıl yavaşladığını söylerler. Beyin her ayrıntıyı işlemek için olağanüstü bir çaba harcar; savaş ya da kaç. Ama ben ne savaşabilirdim ne de kaçabilirdim. Kapının eşiğinde, yıkımın tam ortasında donup kaldım.
Sonunda Logan da başını çevirdi. Göz göze geldik. Yüzü bir kalp atımı süresinde bir düzine duyguya büründü: şok, korku, suçluluk… ve hesaplama. İşte bu sonuncusu en acı vericiydi.
“Claire,” dedi. Adımı bir yalan gibi söyledi.
Ama Madison, gülümsemesini hiç bozmadı. O bakışla her şeyi anladım. O gülümsemenin altında, her bastırdığım içgüdü, her açıklamaya çalıştığım şüphe, her cevapsız sorunun cevabı gizliydi. Bu sahne tesadüfi bir yakalanma değildi. Bu planlı bir gösteriydi. Ve izleyici bendim.
Boğazımdan çıkan ses çığlık değildi. Daha sessiz, suyun altında bir şeyin kırılması gibi. Boğulan birinin sesi gibiydi.
Geri çekildim. Sadece bir adım.
“Claire, bekle!” Logan yerinden fırladı, kıyafetlere, bahanelere, olabilecek her alternatif açıklamaya uzanıyordu.
Kapıyı yavaşça kapattım. Koridorda durdum. Elim hâlâ kapı kolundaydı. Tüm vücudum öyle titriyordu ki nerede ben bitiyor, nerede titreme başlıyor, anlayamıyordum. Kapının ardından gelen sesleri duydum—ayak sesleri, telaşlı fısıltılar. Logan’ın panik dolu sesi. Madison’ınkiyse… sakin.
Yürüdüm. Merdivenlerden aşağı indim. Her adım betondan daha ağırdı. Gerçeklik, çimento gibi ayaklarıma yapışıyordu. Tırabzana yapıştım. Avucumun altındaki ahşabın serinliğine odaklandım. Somut. Gerçek.
Ön kapıya geldim. Elimi üzerine koydum. Ama sonra durdum. Nereye gidecektim ki? Burası benim evimdi. On sekiz yıldır sığınağım. Ve şimdi, o kadını buraya, bizim yatağımıza getirmişti.
O yatak…
Seviştiğimiz. Kabuslarda birbirimize sarıldığımız. Griple kıvrandığında başında beklediğim. Babam öldüğünde, sabaha kadar ağlamama izin verdiği yatak.
Döndüm, mutfağa girdim. Musluğu açtım. Bir bardak su doldurdum. Elllerim öyle titriyordu ki su taşarak tezgaha döküldü. Yutmaya çalıştım. Başaramadım. Bardağı bırakıp tezgâha yaslandım. Mutfak bu sabahkiyle aynıydı. Her şey normaldi. Kahve makinesi, alışveriş listesi, güneşin geliş açısı bile.
Üst kattaki yatak odasının kapısı açıldı. Ayak sesleri. Sırtım dönüktü. Kıpırdamadım.
Logan göründü. Artık giyinikti. Ama ben yüzüne bakamıyordum.
“Claire…” dedi. “Lütfen, açıklamama izin ver.”
“Açıkla?” dedim. Kelime ağzımdan taş gibi düştü.
“Bu… bu değil… Tanrım Claire. Çok üzgünüm. Çok…”
Arkasından Madison belirdi. Sakin. Saçları hafif dağınıktı ama yüzü, sabah sohbetinden dönmüş biri gibiydi.
Bana baktı. “Claire, sanırım gitmeliyim,” dedi.
“Sence?” Sesim ilk kez çelik gibiydi. “Sence gitmen mi gerek?”
Gözlerini kaçırdı. Ama sadece bir an.
“Bu şekilde öğrenmeni istemezdim.”
Yani yaptıkları için değil. Sadece öğrenme biçimim için üzgündü.
“Evimi terk et,” dedim. Sesim, başka birine ait gibiydi.
Sakin adımlarla kapıya yöneldi. Eşiği geçmeden durdu. Geri döndü.
“Marlene’in bilmesine gerek yok,” dedi sessizce. “Bu bizim aramızda kalabilir.”
Şefkatli gibi görünen, hesaplı bir hamleydi.
“Kızımın duygularını düşünmeniz ne kadar da nazik,” dedim. Sesim, içimdeki paslı bıçak gibi.
İrkildi. Sonunda bir çatlak.
Sonra gitti.
Logan ve ben, mutfakta öylece kaldık. Artık karı-koca değil; bir suç mahalli gibiydik.
“Bu ne kadar zamandır sürüyor, Logan?” Sesim ruhumdan ayrılmış gibiydi.